21/12/2025
Blog

Rekabet Kurumu’nun Makroekonomik Seferinde Tahkim Ettiği Cephe: İşgücü Piyasaları

  • Aralık 2, 2025
  • 0

Rekabet otoritelerinin dünya genelinde artık yalnızca “hakem” değil; piyasa yapısına yön veren aktörler haline geldiğini; bu nedenle, Türkiye’de de Rekabet Kurulu’nun verdiği kararların, sadece ihlal tespitleri olarak değil,

Rekabet Kurumu’nun Makroekonomik Seferinde Tahkim Ettiği Cephe: İşgücü Piyasaları

Rekabet otoritelerinin dünya genelinde artık yalnızca “hakem” değil; piyasa yapısına yön veren aktörler haline geldiğini; bu nedenle, Türkiye’de de Rekabet Kurulu’nun verdiği kararların, sadece ihlal tespitleri olarak değil, aynı zamanda makroekonomik yönetişimin bir parçası olarak okunması gerektiğini bir önceki yazıda belirtmiştik. Mesele artık sadece fiyatların artması, verimliliğin azalmasından ibaret değil; pazarların yoğunlaşmasının, verinin tekelleşmesinin işgücü piyasalarından gelir dağılımına, toplumsal refahtan siyasi istikrara kadar uzanan çok daha geniş bir etkisi var.

Değişen pazar yapıları ile birlikte rekabet otoritelerinin dönüşen rolleri yeni tartışılan konular değil aslında. OECD’nin 2024 yılında Rekabet Global Formu kapsamında yayınladığı “Eşitsizlik ve Rekabet Hukuku” çalışması rekabet otoritelerinin etki alanını ilişkin tartışmaları etraflıca ele alıyor. Geleneksel olarak rekabet hukuku fiyatlar, üretim miktarları ve tüketici refahı gibi mikro ekonomik göstergelerle sınırlıydı. Ancak günümüzde bu sınırlar aşılmakta. Raporda altı çizilen nokta şu: Gelir ve servet eşitsizliği, piyasa yapılarıyla iç içe geçmiş durumda. Bazı firmaların artan piyasa gücü sadece tüketici fiyatlarını değil, aynı zamanda çalışanların pazarlık gücünü de zayıflatıyor. Rekabet kurumları bu nedenle fiyat odaklı dar bir bakıştan çıkarak, daha geniş bir refah perspektifiyle hareket etmeye başlıyor.

Bu dönüşümün en somut örneklerinden biri, işgücü piyasalarına yönelik rekabet hukuku eksenli müdahaleler. İşgücü piyasaları uzun süre rekabet hukuku uygulamalarının radarından uzakta kaldı. Bu alan, çalışma hakları bakımından iş kanunlarının; gelir dağılımı bakımından da vergi politikalarının konusu olarak görüldü. Ancak son yıllarda artan şirketlerin birbirlerinden çalışan almamaya yönelik anlaşmaları, maaş ve ücretlerin baskılanmasına yönelik uyumlu eylemleri rekabet otoritelerinin dikkatleri bu alana çekti. Bu tür uygulamalar önceden yoktu da şimdi çıktı? Hayır, ama giderek daha görünür olan derin bir ekonomik gerçek bir kara delik gibi rekabet otoritelerini bu tartışmaların içinde çekti.

Dünya genelinde bölüşüm ilişkileri görülmemiş ölçekte bozuluyor. World Inequality Database’in 2024 raporuna göre, dünya son on yıllarda ortalama olarak zenginleşse de, bu zenginlik eşit dağılmıyor. Gelir pastasından en büyük dilimi her ülkede en üstteki %10 alıyor. ABD gibi gelişmiş ülkelerde bile, en zengin %1, ulusal gelirin %21’ini tek başına elinde tutuyor.

Bunun ardında da yoğunlaşmanın artması var. Giderek artan işveren yoğunlaşması, özellikle bazı sektörlerde işverenlerin tek alıcı (monopson) gücü elde etmesine yol açarken, bu durum çalışanların pazarlık pozisyonunu ciddi biçimde zayıflatıyor. ABD’de sendikalaşma oranlarının tarihsel olarak düşük seviyelerde olması, işçilerin işveren karşısındaki güçsüzlüğünü daha da derinleştiriyor. Avrupa ülkelerinde sendikal koruma görece daha güçlü olsa da, burada da özel sektör yoğunlaşması ile birlikte işverenlerin pazarlık gücü artıyor. Rekabet otoriteleri, bu yapısal dengesizliği yalnızca bir iş hukuku sorunu olarak değil, piyasa işleyişini bozan bir rekabet sorunu olarak da değerlendirmeye başlıyor.

Türkiye’ye dönersek tablo farklı değil. Mülkiye’de dersini alma şansına eriştiğim Prof Aykut Kibritçioğlu’nun son dönemde yaptığı iki çalışması, Türkiye’deki gelir dağılımındaki bozulmanın dramatik boyutlara ulaştığını ortaya koyuyor. 2024 yılı itibarıyla Türkiye’de çalışan nüfusun yaklaşık %40’ı asgari ücretle çalışıyor. Dahası, artan enflasyon karşısında asgari ücretin alım gücü erirken, memur, akademisyen ve emekli maaşlarının da bu seviyeye yakınsadığı görülüyor. Bu, sadece satın alma gücünün değil, aynı zamanda sosyal sınıflar arası hareketliliğin de zayıfladığına işaret ediyor. Gelir dağılımı daralıyor, orta sınıf eriyor.

Peki sosyal adalet kala kala rekabet hukukuna mı kaldı; neden vergi politikaları gibi doğrudan etki edecek araçlar kullanılmıyor da rekabet hukuku gibi dolaylı araçlar kullanıyor? Bunlar birbirlerini dışlayan araçlar değil. Ama siyaseten vergi arttırmanın zorluğu da ortada. Trump’ın ilk işi yine yüksek gelirlilerin vergi yükünü azaltmak oldu örneğin. Hem rekabet otoriteleri de anlaşarak maaşları baskılayan ya da çalışanların mobilitesini baskılayan şirketlere yüksek cezalar uygulayarak doğrudan etki yaratabilecek güce de sahip. Üstelik rekabet hukukunun bu alanda olumlu sonuçlar verdiğini gösteren çalışmalar da yok değil. Çin’de 2008’de yürürlüğe giren rekabet kanununun etkilerini inceleyen çalışmaya göre, özellikle piyasa gücü yüksek firmalarda işçi gelirlerinin toplam gelir içindeki payı anlamlı şekilde artmış durumda. Rekabet politikalarıyla piyasa gücü sınırlanmış, işçiler pazarlıkta daha güçlü hale gelmiş. Çin örneği, rekabet hukuku uygulamalarının sadece fiyat rekabetini değil, bölüşüm ilişkilerini de etkileyebileceğini gösteriyor. Bu yeni yaklaşım, işgücünü salt bir maliyet kalemi olarak gören anlayışa karşı geliştirilen bir denge arayışı aynı zamanda.

Ancak hâlâ iki temel soruya yanıt verilmesi gerekiyor:

(i) Rekabet kurumları, işgücü piyasalarında ne tür ihlalleri tespit ediyor ve hangi tür davranışları yasaklayarak müdahalede bulunuyor?

(ii) Bu müdahalelerin, özellikle işletme maliyetleri üzerindeki olası etkileri ne düzeyde ve hangi durumlarda iş dünyası açısından öngörülemeyen sonuçlara yol açıyor?

Bu sorular, yazı dizimizin bir sonraki bölümünde ele alınacak. Zira bugün rekabet hukukunun çizdiği sınırlar, artık sadece piyasa kurallarıyla değil, toplum sözleşmesinin yeniden inşasıyla da ilgili.

Bir Cevap Bırakın